İncir Yaprağının Gölgesinde (Gökyüzü yeşildir!)

Paylaş:

Dr. Pınar Nercis Koşar

18 yaşına kadar evlenmediyse ‘evde kaldı, bu kız’ dendiği zamanlardı. Onun yaşındaki kızlar çoktan kocaya gider, bebelerini sırtına bağlar, sabah ezanıyla tarlaya giderlerdi. Bir kusuru da yoktu, tersine güzel sayılırdı. Teni duru beyazdı, ürperince hemen kızarırdı. Yumuşak dalgalar gibi yüzünü okşayan saçları, beceriksizce nereye koyacağını bir türlü bilemediği elleri, upuzun ince bacakları vardı. Ürkekti, tazeydi, yalnızdı. Ağabeyi ve yengesi ile birlikte yaşıyordu. Yeğenleri evden gitti birer birer, çocuklandılar döndüler üçer dörder. Ona soruldu mu hatırlamıyordu, eve gelen görücüye neden görünmek istemediği. Bir boğaz yük olmaya başladığında, bohçasını hazırladı.

Tahta evin avlusunda kocaman bir incir ağacı vardı. ‘Usandım ben bu ağacın gölgesinden, balından’ derdi, yengesi. Neyse ki ağabeyi, izin vermezdi, yengesinin daha fazla söylenmesine. Bahar gelince, incirin altına masayı çıkarır, yemeklerini orada yer, çaylarını ailecek orada içerlerdi. Anası, masaya en önce oturur, bir yandan tespihini çeker, gözüyle de hazırlıkları takip ederdi. Başını sallaması, ‘hadi, artık sallanma’, beyaz yaşmağını çenesinin altına sıkıştırması, ‘git elini yüzünü yıka, saçını başını düzelt’ anlamına gelirdi. Anası onun sessiz olmasından hoşlanırdı, yavaş hareketlerine ise kızardı. ‘Bu kız çoluk çocukla nasıl baş edecek’ der dururdu. Yokun var edildiği, cahilin her işi becerdiği, anasının gözüyle evi yönettiği zamanlardı. Ona soruldu mu hatırlamıyordu, eve gelen görücüye neden görünmek istemediği. Bir boğaz yük olmaya başladığında bohçasını hazırladı.

Hep başı önünde yürürdü. Başını kaldırıp karşısındakilerin yüzüne bile bakmazdı. Hastanenin bodrum katında, penceresiz odasında, elli yaşında birden aklına geldi. Ne renkti ki gökyüzü? Gökyüzüne bakmak hiç aklına gelmemişti. Sirkeci Garı’nda binip, kara trenle 3 gün 3 gece yol gitmişti. Vagonda bir kadın, “Uçsuz bucaksız,” demişti pencerenin ardında kalan tarlalara bakarak. Ne demek istemişti, anlayamamıştı. Kadının sesindeki coşkuya kapılıp, trenin ritmiyle ilerleyen ıssız manzaraya dalıp gitmişti. Yalnızlıkla ilgili duygular açılmıştı içinde. Demek ki dünya çok büyüktü, o zaman gökyüzü de öyle. Gördüğü en büyük şeyi düşündü. ‘Gökyüzü yeşil olmalı,’ dedi sonra.

Köyünde kızlar, madımak toplamak için cıvıldaşarak yola düşer, güle oynaya dönerlerdi. Anası onu göndermezdi: ‘Başına bir iş gelirse ya, ağabeyine ne derim? Sen anlamazsın da! Okula da göndermemişti aynı korkudan.

Anası bir gün uyanmadı. Ağabeyi beyaz yaşmağı ile çenesini bağladı, tespihini de cebine attı. Anasından sonra, kimse onu görmedi, kimse ona seslenmedi, kimse ona sormadı. Bir boğaz yük olmaya başladığında bohçasını hazırladı.

Yemyeşil kumaş toplarını önüne dizdiler. Uçsuz bucaksız ameliyathane yeşili örtüleri kesti biçti, yıllar boyunca. Bir gün terzihaneye uğrayan bir hemşire elindeki dergiyi ve biletleri gösterdi ona. Tatile senin memleketine gideceğim diye işaret etti. Resme baktı heyecanla, yemyeşildi gökyüzü, yemyeşildi yeryüzü, önüne dizilen ameliyathane yeşili kumaş topları, tahta evin avlusundaki incir ağacının gökyüzüne değen elleri gibi. Artık gözlerini kapattığında, bir hayali vardı. O da bir gün, memleketine dönecek, yemyeşil gökyüzünün altında çimenlere yatacak, sonsuzluğun, sınırsızlığın yatağında uyuyacaktı.

Köylüsünün peşine takılıp gelmişti Almanya’ya. Muhtar iki somun ekmek koymuştu bohçasına, helallik almaya elini öpmeye gittiğinde. Sirkeci Gar’ında, beş gün kalabalıkla beklediler. Tek tip giysili adamların önünde dizildiler, adamlar ellerine, dişlerine, gözlerine baktılar, geç dediler. Geçemeyenler, kara trenin pencerelerine, kapılarına asılı gittiler bir süre. Yol boyunca, başını yerden kaldırmadı. Onu evden çıkarmayan, madımak toplamaya göndermeyen anası, evlendiremeyen, yuvasını idare ettiğini göremeyen, gözü arkada kalan anası belki onu bu şekilde affederdi.

Anasının uykuda terli, ekşi kokusu, sofra bezine sarılı lokumları hatırlatırdı ona. Anası tereyağı eritip mayasız hamurla lokumları yapar, üzerini tahta tarakla çizerek süslerdi, sonra da sofra bezine sarardı kurumasın diye. Gece seslerle uyanıp korkuyla titrediğinde, anasının koynuna sokulur, kokusunu içine çekerdi iyice, gözünün önündeki resmi itelemeye çalışır gibi gözünü sıkıca yumar, sofra bezini aralayıp lokumları aşırdığını düşünürdü. Ama bir türlü o hayvanın çığlığını susturamazdı. Ona soruldu mu hatırlamıyordu, eve gelen görücüye neden görünmek istemediği. Bir boğaz yük olmaya başladığında bohçasını hazırladı.

Terzihanenin bir köşesinde yaşamasına ses çıkarmadılar, bir süre sonrasında da zaten unuttular. Öylesine şeffaf ve sessizdi ki, odadaki masadan, demir ayaklı paslı konsoldan farksızdı. Sadece makas sesi duyulurdu. Yemyeşil gökyüzünden, tepeler, tarlalar, bahçeler biçerdi. Kimisinin köşesine çiçekler nakışlardı beyaz iplikten. Beyaz onun için anasının yaşmağıydı, bahçedeki kuzuydu, yeşil ise her şeydi. Beyaz ve yeşil dışında her şey soluktu, renksizdi, kokusuzdu. Aynı üzerindeki beli lastikli etek ve köyünden getirdiği sökük hırkası gibi.

Komşu köydendi yengesi, arada kardeşi kaçıp gelirdi. Yengesi iki gün zor dayanır, ‘Geldiğin gibi yürü git, benim başımı belaya sokma,’ diye söylenirdi. Zaten yengesi hep söylenirdi, belki onun hiç konuşmaması bu yüzdendi. Bir seferinde incir yaprağını yan yana küçük kuru dal parçalarıyla birleştirip ona şapka yapmıştı yengesinin kardeşi. Küçüktü, hoşuna gitmişti, incir yaprağının gölgesi. Anası kızdı, aldı yırttı yeşil şapkasını. Belki de bu yüzden severdi incir ağacını. Hapisten çıkıp geldiğinde yengesinin kardeşi, o da ona yapacaktı incir yaprağından şapka. Ona soruldu mu hatırlamıyordu, eve gelen görücüye neden görünmek istemediği. Bir boğaz yük olmaya başladığında bohçasını hazırladı.

Görünmezdi, umursanmazdı, ama banka onu unutmadı. Bir gün ‘Artık emeklisin, bunca yıl bu kadar para biriktirdin, şimdi ne yapacaksın?’ diye sordular. ‘Memleketime gideceğim, gökyüzünün yemyeşil olduğu memleketime’ dedi, belki de hayatında ilk defa gülümseyerek. Yumuşak dalgalar gibi yüzünü okşayan saçları beyazlaşmış, artık eve dönme vakti gelmişti. Parasını ülkesine naklederken, ciddi bir kesinti yaptılar miktar yüklü olduğu için. Bu kahır onu bitirdi. Harcayamadığı parasının yasını tuttu uzunca bir süre. Köyüne bir daha dönemedi, ya gökyüzü orada yemyeşil değilse…